12 Eylül 2013 Perşembe

Darülfünun Marşı




II. Meşrutiyet’in ardından Darülfünun’un yeniden gündeme gelmesi üzerine dönemin coşkulu havası içinde Tevfik Fikret “Darülfünun Marşı için” bir güfte yazmıştır.(1) Bu şiir Darülfünun’un ardından bir aydınlanma ocağı olacağı, cehaleti ve karanlığı yok edeceği beklentisini yansıtmaktadır. Bu güfte o dönemde çok sayıda marş bestelemiş olan Mehmed Zatî [Arca] Bey tarafından bestelenmiş ve notaları basılmıştır.(2) Notanın kapağında “Maarif Nezâreti tarafından kabul olunmuşdur” kaydı vardır. Marşın hangi yıl bestelendiği ve kabul edildiği konusunda bir bilgi olmamakla birlikte 1913 yılı ortalarında Darülfünun törenlerinde çalındığı bilinmektedir.(3) 1920’li yıllara ilişkin başta Talebe Rehberleri olmak üzere çeşitli kaynaklarda bu marştan söz edilmemesi bunun bir “İttihatçı Marşı” olarak algılanıp mütareke döneminde terkedilmiş olduğunu düşündürmektedir.


Güftesi Tevfik Fikret'e ve bestesi Mehmed Zatî'ye ait olan Darülfünun Marşı'nın notasının kapağı. Türkiye Üniversite Tarihi 1, Osmanlı Döneminde Darülfünun 1863-1922, s. 326.


Darülfünun Marşı’nın bestecisi Mehmed Zatî (Arca; 1863-1951) Bey İstanbul’da Bayezid’deki Saraç İshak Mahallesi’nde doğmuş olup babası Sırmakeş Hüsnü Efendi’dir. Dokuz yaşındayken Mabeyin Musikası’na girmiş, önce kemanla başlamış fakat keman hocası Paskoli’nin yeterli ilgiyi göstermemesi üzerine 4-5 yıl flüt çalışmıştır. Klarnetçi Miralay Mehmed Ali Bey’in istek ve ısrarı üzerine klarnet sınıfına geçmiştir. Klarnet alanında büyük ün kazanmış, er olarak başladığı kariyerinde miralaylığa kadar yükselmiş, II. Meşrutiyet’in ardından rütbesi binbaşılığa indirilmiş ve 1920’de emekli olmuştur. Saraydaki görevi yanında 1906’da Galatasaray Sultanîsi musiki muallimi olarak öğretmenliğe de başlamış ve askerlikten emekli olduktan sonra da öğretmenliğini sürdürmüştür. Zatî Bey klarnetçiliği kadar armonisi de kuvvetli olduğundan bando için çok sayıda vals, polka, fantezi ve marş bestelemiştir. Bu kapsamda çok sayıda okul marşı da bestelemiş olup Darülfünun Marşı da bunlardan biridir.(4)
Türkiye Üniversite Tarihi 1, Osmanlı Döneminde Darülfünun 1863-1922, s. 325.










Darülfünun Marşı’nın unutulmasından yaklaşık otuz yıl sonra 1947’de Hak adlı öğrenci dergisinde bir “Üniversite Marşı”nın gerekli olduğu gündeme getirilmiştir.(5) Bu konuda yayınlanan yazıda “Yabancı ülkelerde her üniversitenin kendine mahsus bir marşı vardır. Üniversiteli gençler millî bayram günlerinde, törenlerde; sömestr tâtillerinde geziye çıktıkları zaman gittikleri yerlerde… kısaca bir marşın söylenebileceği her yerde bu marşı söylemekten kıvanç duyarlar” denildikten sonra bizde Harp Okula Marşı, Yedeksubay Marşı, Onuncu Yıl Marşı, Dağbaşını Duman Almış Marşı gibi gençlik marşlarının olduğu ve yerine göre bunların söylendiği belirtilmektedir. Bu marşlar güzel olmakla birlikte amaca uygun değildirler. Bunun ardından “Biz, yüksek tahsil gençliğine, üniversitelilere mahsus bir marşın olmasını istiyoruz. Böyle bir güfte, öyle bir beste ki, sesimizi cihana duyursun. Bu güfte ve bu besteyi üniversiteli genç şair ve kompozitör arkadaşlardan bekliyoruz” denilerek bu konudaki istek ve beklenti ortaya konulmaktadır.


(1) A. Kadir, Bugünün Diliyle Tevfik Fikret, 2. Baskı, İstanbul 1970, s. 152.
(2) Mehmed Zatî [Arca], Darülfünun Marşı, Mahmud Bey Matbaası, İstanbul [EK-2.10]
(3) Darülfünun öğrencilerinin 7-8 Ağustos 1913’te yaptıkları Edirne seyahatinin programında gerek İstanbul’da, Darülfünun’dan Sirkeci garına gidilirken ve gerekse Edirne’de yapılacak mitingde mızıkanın Darülfünun Marşı’nı çalacağı açıkça belirtilmiştir.
(4) Halil Bedi [Yönetken], “Klarnetist Zatî Bey”, Hayat Mecmuası, Cilt 1/Sayı 12 (17 Şubat 1927).
(5) Riza Mavituna, “Üniversite Marşı”, Hak (Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrenci Derneği tarafından çıkarılır), Sayı 1 (15 Şubat 1947), s. 12.

---

Not: Bu metin, Türkiye Üniversite Tarihi, Cilt 1'den alınmıştır. Bkz. Emre Dölen, Türkiye Üniversite Tarihi 1, Osmanlı Döneminde Darülfünun 1863-1922, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2009, s. 324-326.

Yukarıda yer alan marşın, sağda Arap Alfabesiyle yazılmış hali yer alırken, solda Latin Alfabesiyle transliterasyonu mevcuttur. Bu dönemdeki Fransızcanın etkisi ve henüz Latin Alfabesine geçilmemesi sebebiyle, Fransızcaya benzerlik dikkat çekmektedir. Birçok kelime Fransızca telaffuzla Türkçe sesini vermektedir.

Devamını okumak için tıklayınız

7 Eylül 2013 Cumartesi

Türkiye'de İslâm Demokrasi ve Diyalog: Bölünmüş Toplumlarda Müzakere (Söyleşi)



TÜRKİYE'DE İSLAM, DEMOKRASİ VE DİYALOG
Bölünmüş Toplumlarda Müzakere

Bora Kanra’nın Türkiye’de İslam, Demokrasi ve Diyalog adlı kitabı -özellikle de kitabın ilk bölümü olan “Toplumsal Öğrenme Olarak Müzakere”- siyaset teorisyenleri ve akademik okurlar için önemli bir kaynak oluşturuyor. Kanra, 2002 yılında “Q çalışması” olarak bilinen yöntemle gerçekleştirdiği araştırmasında Türkiye’deki farklı söylem gruplarına daha yakından bakabilmemizi sağlıyor. Etnografik bir alan araştırması olarak da değerlendirilebilecek bu çalışma, bir yandan da günümüz Türkiyesi’nde yeni şekillenmekte olan tüm dinamiklere güncel bir bakış açısıyla yaklaşabilmemizi sağlıyor.

Kitaptan bir sayfa
Kitabın iskeletini oluşturan “Q çalışması” nasıl bir araştırma yöntemi? Genel çerçevesi nedir?
Q çalışması, sosyal psikoloji temelli bir araştırma tekniği olup esas amacı, gruplar içerisindeki çakışma ve çatışma noktalarını yani ortak noktaları ve farklılıkları bulmak ve de bu noktaların birbirleriyle ne kadar uzaklaşıp yakınlaşabileceğini analiz etmektir. Bu yöntem istatistiki verilerden ziyade teorik verilere ulaşmayı sağlıyor. Avusturalya'daki çalışmalarım sırasında tanıştığım bu sistem, daha niteliksel ve öze ilişkin yorumlar yapabilmeyi sağlayan bir araştırma tipi. Sayısal bir altyapısı tabii ki var fakat esas olarak yoruma dayalı bir çalışma diyebilirim.

2002 yılında gerçekleştirdiğiniz bu çalışmanın arka planı nasıl? Nasıl bir süreç izlediniz?
Yaklaşık 35 kişinin katılım gösterdiği bir çalışmaydı bu. Çalışmada esas amaç, söylemlerin belirlenmesiydi. Söylemler belirlendikten sonra sayısal olarak katılımcıların çokluğunun bir önemi olduğunu düşünmüyorum. Genel olarak araştırma yöntemleri, sayısal çokluğu ve istatistiki değerleri dert eder fakat bu çalışmada önemli olan nitelik. Örneğin, Kemalist söylem oluştuğunda, yani niteliği ve özünü belirleyen çerçevesi ortaya çıktığında yeter sayıya ulaşılmış olunuyor.
Q çalışmasında gördüğünüz tüm o ifadeler tartışma gruplarından çıkıyor. Bu noktada özellikle dikkat edilen şey, tüm ifadelerin doğal olarak belirlenmesi oldu. Bu tip çalışmalarda bir diğer sorun da, çalışmanın araştırmacı tarafından çok fazla yönlendirilmesi sorunudur. Bunu en aza indirmeye özen gösterdik. Olabilecek en uzak noktada durmaya ve söylemlerin doğal olarak gelişmesine dikkat ettik.

Peki, katılımcıların seçimi nasıl gerçekleştirildi? Nereden buldunuz bu insanları?
Halkın her kesiminden insanları çekip aldık. Kafelerde oturduk, üniversitelere gittik, kimi zaman sokaktan çekip aldık. Özellikle Ankara’da İletişim Fakültesi çok yardımcı oldu. Farklı ekonomik gruplardan, yaş gruplarından insanlarla çalıştık. Özellikle oluşturduğumuz tartışma gruplarında çeşitliliği sağlamak oldukça önemliydi. Bir diğer önemli nokta ise, bu insanların hiçbirinin aktif siyasi bir duruşunun olmamasıydı. Tamamen halkı kattık yani. Bu çeşitlilik sağlandıktan sonra ifadeler oluşmaya başladı ve tüm bu ifadeler insanların kendi ağızlarından çıktı. Uzun uzun tartıştılar, yaklaşık 48 tane ifade oluştu. Sonra tartışma gruplarından bu ifadeleri tek tek değerlendirmelerini istedik. Katılımcılar, oluşan tüm o ifadeleri “en çok katılıyorum”dan “en az katılıyorum”a kadar değerlendirdiler. Bu değerlendirmeler daha sonra istatistiki olarak ayrıştırıldı ve dört ana grup ortaya çıktı. Rakamsal verileri oluşturan program, bize kısaca “bu grupların ifadelere yönelik tavırları budur” diyor ve ortaya çıkan bu sonuç analiz edilmeye başlandığında da yavaş yavaş bu grupların söylem tarzları netleşiyor. Bu söylemleri adlandırmak ise benim yaptığım bir şey. Bu ana söylemlerin oluşmasından sonra, bu grupların hangi noktalarda ortaklıkları ve çatışmaları olduğunu analiz edebiliyoruz.

Kitaptan bir sayfa
Sonuç olarak dört ana söylem grubu ortaya çıkıyor: Kemalist, İslami, milliyetçi ve liberal sol söylem...
Evet. Özellikle dikkatimi çeken şey de geleneksel soldan çok farklı bir grup ortaya çıkmasıydı. Liberal sol dedik bu gruba. Görüyoruz ki inceleme yapıldığında ortaya sadece ana eğilimler çıkıyor. Kıyıda köşede kalmış şeyler gözükmüyor.
Araştırma sonucunda en genel hattıyla bu dört grup oluştu ve sonra bu grupları ince ince analiz etmeye başladık. Örneğin “milliyetçi söylem” diyoruz. Nedir bu milliyetçi söylemin arka planı? Nereden geliyor? Genel hatları nedir? Detaylı bir analiz içine girdik. Bu anlamda, çalışma aslında toplumun içine girip bakma ve hatta grupların birbirleri ile ilintilerini görme çabası. O zaman ne oluyor işte? Ortak noktalar çıktığı zaman, bu noktaların birliği temelinde ne yapılabilir gibi teorik bir tartışma konusu üretme şansımız oluyor. “Müzakere” derken söylemeye çalıştığım da bu. Bir tek ana konu var: Müzakereci demokrasi. 90’lardan beri tartışılan bir konu bu, ama tartışılmayan bir şey var: Bunu gerçek anlamda nasıl hayata geçireceğiz? Müzakereci demokrasinin olması için demokratik koşulların olgun olması gerekiyor, deniliyor. Peki o koşullar yoksa ne olacak? Olmayacak mı? Hayır, olacak ama farklı şekilde. Bu çalışma da bunu soruyor. Müzakereyi, birbirimizi anlama işini karar verme mekanizmalarının içine sıkıştırmayalım, ayıralım bunları birbirinden. İnsanları sadece anlamak için, karar verme zorunluluğu olmadan anlamak için adım atılmalı. Sen kimsin? Kürtsün, eşcinselsin, anlat. Karar verme zorunluluğu olmadan insanları anlamak... Bunun olması gerekiyor. Toplumsal öğrenmeye, anlamaya yönelik bir altyapı oluşturalım, sonra karar veririz. Kitabın amaçlarından biri de bu ayrışmayı sağlamak ve bunu tartışmak.

Çalışmanızda öne çıkan bu “toplumsal öğrenme” kavramını Türkiye’de ortaya çıkan son gelişmelerle birlikte, örneğin Gezi Parkı olayları çerçevesinde nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gezi Parkı’nda tam olarak bahsettiğimiz bu birleşmeyi görüyoruz. Karşılıklı anlayış çabasını görüyoruz. Ortaya çıkan bu şey olağanüstü bir durum. Antikapitalist Müslümanlar, Devrimci Müslümanlar; bu gruplar tamamen farklı hümanist bir okuma ile ortaya çıkıyorlar. Yeni ve inanılmaz bir birliktelik oluşuyor. Ateistler çıkıyor, Müslümanların iftarına dahil oluyor. Bu olaylar bize, insanların birbirlerini anlayama dair nasıl bir potansiyel barındırdıklarını gösteriyor. Gezi olaylarının belki de en önemli yansıması hümanist bir alternatif ortaya çıkarması. İnsanların en genel anlamda adalet duyguları incindi ve hümanist bir perspektif ortaya çıktı.

Peki, yapay olabilir mi bu durum? Örneğin Gezi Parkı olayları sonrasında LGBT Onur Yürüyüşü’ne katılan bu insanlar seneye yine orada olacaklar mı sizce? Bu süreç nasıl şekillenecek?
Onur Yürüyüşü iki sene önce belki bu kadar kalabalık olmamıştı örneğin. Gelecek sene bu kalabalığa yaklaşılamayabilir. Gezi Direnişi’ne bile katılanlar azalıyor, ilk günlerdeki gibi değil. Fakat Türkiye bu dönemde öyle bir şey yaşıyor ki, tam olarak neler olacağını görebilmek zor. Somut hiçbir şey olmayabilir diye düşüneneler de olabilir. Ama ben artık bu olasılığın güçsüzleştiğine inanıyorum. Mutlaka bir değişim olacak ama özü ve biçimi henüz net değil. Çok farklı gruplar katıldı bu direnişe. Örneğin ulusalcılar vardı, hala da varlar. Gazdanadam Festivali’ni düzenlediler. Cumhuriyet Mitingi gibiydi bu etkinlik, binlerce kişi katıldı. Gezi Ruhu ulusalcı bir kanada kayabilir bu noktada, böyle ihtimaller de var. Oluşan bu hümanist birliktelik çeşitli gruplarca bölünebilir. Gezi buna direnebilir mi mesela? Bu zamana kadar Taksim Dayanışması muhteşem bir iş çıkardı ortaya. Mucize gibi her şey dengede tutuldu. Bu devam edebilir mi, göreceğiz. Umarım bu noktadan sonra, insanlarda “bu olaylardan hiçbir somut gelişme çıkmadı” gibi bir algı oluşmaz. Park meclisleri, forumlar kuruldu örneğin. Akademisyenlerin senelerdir yapmaya çalıştığı şeyi insanlar içgüdüsel olarak yapıyorlar. Bu olağanüstü bir şey. İnsanlardaki potansiyel enerji, kinetik enerji halini aldı. Ortaya çıkan enerjiye bu noktada nasıl isim verirsek verelim, bu durum belli bir hümanizma ile doğdu. Bu ideoloji üstü, politik görüş üstü bir durum. Farklı gruplar arasında oluşan bu hümanizma ne yapacak, nasıl yapacak, buna eğilmeliyiz. İnsanlar yorulabilirler de bir yandan. Neticede bu gelişmeleri bir karar verme aşamasına bağlamak zorundasın. Bu gelişmelerin Kürtlerle bağının kurulması gerekiyor mesela. Bir sürü ipucu çıktı bununla ilgili.

Lice olaylarına insanların verdiği tepkiler gibi...
Evet, aynen öyle. Kürtler çok şanssız bir dönemde yakalandı bu gelişmelere. Tarihî bir adım attıkları, devletle görüşmelere başladıkları bir süreç içerisindeydiler. Sırrı Süreyye Önder var bir yandan, cumhurbaşkanı olabilecek bir adam aslında, çıkıp kendi partisini eleştirebiliyor vs. Bu gibi karışık durumlara rağmen Gezi Parkı’na geldiler, halay çektiler. Bir şekilde oradaydılar ve herhangi bir sorun olmadı. Bunu çok anlamlı buluyorum ben. Hiçbir grup kendi söylemini domine etmedi. Bu, dengede tutuldu. Kim başardı bunu peki? Taksim Dayanışması başardı.
Lice’de olaylar yaşanırken halkın tepkisi de inanılmazdı. Yıllarca Doğu’yu sizden dinlemişiz diyerek medyaya açıkça tepki göstermeleri vs. bunlar hep köprüdür. İnsanlar birbirlerini anlamaya başlayarak Doğu-Batı köprüsünü kurabilirlerse gelişmeler çok farklı boyut kazanabilir.

Olaylar esnasında medyanın tavır alışına gelirsek... Q çalışmasındaki ifadelerde de, tüm söylem grupları içinde medyaya karşı hep bir hoşnutsuzluğun olduğunu gözlemliyoruz. Bu durum Gezi Parkı olayları ile birlikte nasıl bir boyut kazandı sizce?
Elbette, medyaya her zaman kuşku vardı. Artık daha da keskin bir bakış var. İnsanlar bu sefer sosyal medyayı kullanarak yeni bir boyut getirdiler olaylara. Eskiden Facebook, Twitter gibi mecralar yalnızca kişisel birtakım paylaşımlar içeriyorken şimdi bakıyorum, sürekli gündeme dair, haber alıp vermeye dair paylaşımlar ve yorumlar var.
İstediğin kadar çok televizyon kanalın, gazeten olsun; hepsi aynı anda aynı yayını yapıyor, aynı manşeti atıyorsa orada sıkıntı var demektir. Bu durum farklı bir medyanın oluşmasının da tohumlarını atabilir.

Peki tüm bu gelişmeler odağında toplumsal öğrenme başladı diyebilir miyiz?
Toplumsal öğrenme başladı evet, öğreniyor insanlar. Bu durumun ortaya çıkaracağı şeyi bilemezsiniz ama bunun geri dönüşü olmaz. Burada bitse ve net bir sonuca bağlanmasa bile, bu süreç insanların ufkunu genişletti. Gadamer’in bir sözü vardır: “Ufuklar kaynaşmaya başladı mı bir daha geri gelmez.” Bu durumu da ona benzetiyorum ben. Belki olaylar durulur ama geri gelmez. Çünkü artık insanların özgürce tartıştığı kendine özgü bir süreç başladı. Ve hükümet, olayların başından beri verdiği aptalca tepkilerle bunun devam etmesini sağladı. Bu aptalca tepkilerin devam etmesi bir lütuftu bence. Olayların en başında “hata yaptım” deseydi ve geri adım atsaydı Erdoğan, bu kadar genişlemeyecekti bu olaylar.
Şimdi neler oluyor peki? Toplumsal öğrenme işi hayata geçiyor. O kadar önemli ki o park meclisleri, forumlar... Bu noktada İtalya’daki Beş Yıldız Hareketi’ni hatırlıyoruz. Burada da gerçekleşebilicek bir oluşum bu. Tamamen internet bazlı gelişmiş, sözcüsünün bir komedyen olduğu ve kendi kendine oluşan bir hareket. Ve “hareketin lideri hareketin kendisidir” şiarından yola çıkıyor. Gezi Parkı olaylarına da çok uyuyor bu çıkış noktası.
Olaylar sırasında ortaya çıkan tüm duvar yazıları, sloganlar da oldukça ilham vericiydi. “Mustafa Keser’in askerleriyiz” diyor insanlar. Bu harika bir şey. Bu olayın sivil bir hareket olduğuna inanılmaz bir vurgu yapıyor. Militarist söylemin bırakılması gerektiğine, şehit ve asker gibi söylemlerin bu olayların dışında tutulması gerektiğine çok güzel değiniyor.

Peki, tekrar kitaba dönelim. Q çalışmasında yer alan bu ifadelerin Gezi Parkı olayları sonrasında değişimi nasıl olur sizce?
Ben aslında bu çalışmayı 2007’de tekrar yaptım. Çok fazla bir farklılık çıkmadı ortaya, aynı ifadelerin devamı vardı. Ama o sıralarda AKP iktidarı otoriterleşmeye yeni başlamıştı. Demokratikleşmeye yönelik bir talepleri hala vardı. Daha pozitif bir söylem kullanıyolardı. Bu kadar sert bir söylem oluşmamıştı henüz.
Şimdi yapılsa bu çalışma ne olur? Belki yine aynı eğilimler ortaya çıkar ama AKP taraftarları arasında bir farklılaşma oluşur diye düşüyorum. İslami söylem diye gördüğümüz yapı, kendi içinde bölünmelere uğramış olabilir. Tabii bu ifadeler varsayımsal; tekrar bu analizi gerçekleştirmek, karşılaştırma yapabilmek açısından da yararlı olur.
Çalışmanızdaki farklı söylem gruplarının belli noktalarda birleşmelerini ve ayrışmalarının temel nedeni nedir?
Bu durum bize şunu gösteriyor: Hepimiz ortak bir toprağın çocuklarıyız. Ortak bir kültürden geliyor, ortak alanlar yaratıyoruz. Çalışmanın sonuçları bunu çok net gösteriyor. Örneğin, özellikle 2002’de “şeriat geliyor” deniyordu, üst düzey politikada böyle bir söylem yer edinmişti. Fakat halka baktığımızda böyle bir korkunun aslında var olmadığını gördük.
Siyasi ifadeleri ve ideolojileri bir kenara bıraktığımızda, insanların hümanist bir noktada birleştiğini görüyoruz. Fakat politik bir tavır koymaya başladıklarında, insanlar ayrışıyor. Formel durumlar söz konusuyken katılaşıyor insanlar ama insani düzeyde baktıklarında bir rahatlama oluyor. Bu, en genel neden olarak gösterilebilir fakat ayrışmalar ve ortaklıklar analizde daha detaylı yer alıyor. İlginçtir ki, 2002’deki bu çalışmada, bugün gözle görülür bir şekilde ortaya çıkan bu ortaklıkların tohumlarının atılmış olduğunu görüyoruz. Gezi’deki bu birleşme ruhu, ta o zamanlardan potansiyel olarak insanların içindeydi, diyebiliriz.

Müzakere kelimesinin üzerine gidelim biraz. Müzakerenin önemi nedir? Toplumsal öğrenmede neler sağlar?
Müzakere bir kavram olarak siyaset teorisinde 90’larda ortaya çıkıyor. Habermas’ın iletişim teorisinde, gerçeğin bireyler tarafından tek başına ortaya koyulduğu zaman değil, bir tartışma sonucu ortaya çıktığı vurgulanır. Bu ne demek peki? Öznel olarak söylediğiniz her şey gerçeğin kendisi değil bir iddiasıdır, demek. Bireyin tek başına söylediği her şey bir iddiadır. Gerçek olabilmesi için diğer iddialarla birlikte ortaya konması ve tartışılması gerekir. Modern toplumlarda da demokratik yönetim tarzı ancak ve ancak bu şekilde olur. İddialar karşı karşıya gelmeli ve çarpışmalıdır. Bulunan ortak nokta, demokratik meşruiyeti sağlayacak olan şeydir.
Hükümetin şu an sahip olduğu “ben başa geçtim, doğrusu budur, benim dediğim olacak” şeklindeki yaklaşımı müzakere anlayışından tamamen yoksundur. Demokratik bir işleyişten söz edeceksek, her konunun halk ile müzakere edilmesi zorunludur. Kavram temelinde bütün kanun yapıcıların, kanunun muhatabı olacak halk ile müzakere etmesi zorunludur. Halkın alınacak kararlara katılımı olmadan demokratik bir meşruiyetten söz edemeyiz. Üstelik yalnızca karar almaya yönelik değil birbirimizi anlamaya da yönelik bir hareket olmalı bu. Müzakereyi gerçekleştirdiğimiz zaman başlı başına demokratik bir hareketi tabana yaymış oluyoruz. Yani benim bir konuda fikir alışverişinde bulunmak için insanlarla bir araya gelmem bile demokratik bir harekettir. Şimdilerde kurulan park meclisleri ve forumlar tek başlarına bu işlevi görüyor. Hükümetin yapamadığını insanlar kendi kendilerine yapıyorlar. Katılımcı demokrasi de bundan farklı bir şey değildir. Hükümet mesela, çıkıp “ben seçimle başa geldim, demokrasi budur” diyor. Hayır, demokrasi bu demek değildir. Yalnızca çoğunluğun değil, azınlığın da haklarınının ortaya çıkabildiği bir yapı olmalı. Demokrasi azınlığın hakkını görüp gündeme getirebiliyorsa demokrasidir. Azınlığın nefesini duyamıyorsan otoriterlikten bahsediyoruz demektir. Aksi halde kimse satın almaz böyle bir tartışmayı, hükümetin şu an bahsettiği demokratik yapının alıcısı yok artık.

“Sosyal kapital” diye bir kavram vardır. İnsanların yaşadığı topluma olan bağlılığını arttırır. Bu çok doğal bir süreçtir aslında, insanlar dahil oldukça, insan yerine kondukça bağlılıkları artar. Bundan sonraki tek tememnim de bu yeni oluşumun katılımcı demokrasi örneklerini tartışabilmesi olur.

Söyleşi: Bahar Helvacıoğlu

Not: Taraf Kitap Ağustos 2013 sayısında yayınlanan Bora Kanra söyleşisinin tam metnidir.

---


Yazar: Bora Kanra 
Çevirmen: Yetkin Başkavak
Sayfa Sayısı: 216 Sayfa 
Devamını okumak için tıklayınız

3 Eylül 2013 Salı

Türkiye'den Almanya'ya Göç - Migration From Turkey (1961-2011)


Türkiye’den Almanya’ya Göç
(1961-2011)
Bu sergi, bundan elli yıl önce, 1961’de başlayan ve o dönemde savaş sonrası Almanya’da ortaya çıkan işgücü açığını kapatmak için yapılan resmi anlaşmalar gereği Türkiye İş ve İşçi Bulma Kurumu tarafından gönderilen Anadolu insanının öyküsünü değişik bir dille anlatmayı amaçlamaktadır.
Sergi, insanımızın o yılların deyişiyle “bir dilim ekmek uğruna diyar ellere göçü”nün öyküsünü ayrıntılarına girmeden ama genel bir görüşü ve düşünce bütünlüğü etrafında aktarmayı, bunu yaparken de görsel malzeme ile işgücü göçünün temel niteliklerini, toplumsal değişimleriyle yarattığı sonuçları bu anlamda canlandırmayı da hedefliyor.
Serginin üzerinde yükseldiği ana kavram ve düşünceyi, işgücü göçünün diğer Avrupa ülkelerinden (İtalya, İspanya, Yunanistan ve o dönemin Yugoslavyası) gelen işçilerle de hızla arttığı ve yarattığı sosyal sonuçların belirgin hale geldiği yıllarda ünlü İsviçreli yazarın “Biz işgücü istedik ancak karşımıza insanlar geldi…” şeklindeki tanımlaması belirlemektedir.

Migration from Turkey
(1961-2011)
This exhibiton aims to tell about the Anatolian people who has been sent to Germany by the force of agreements before 50 years by Turkish Employment Institution in order to close the labor force gap after the war in Germany.
The exhibition intends to relay the story of our people who had gone to “foreign lands for the sake of a slice of bread” with a general appearance and integrity of notion. While doing this, the target is enlivening the basic essence of labor force migration and its results, which the social changes had shaped, with visual materials.

The speech of famous Swiss writer determines the basic concept and notion that the exhibition bases on. “We asked for workers. We got people instead” ... Those years that the labor force migration rised quickly with workers from other European countries (Italy, Spain, Greece and former Jugoslavia) and the social consequences came into focus...



 “Uluslararası göç, dünyanın dört bir yanında siyaseti ve toplumları yeniden şekillendiren ulusaşırı bir devrimin parçasıdır. Göç, pek çok ülke için emek göçü, mülteci ya da kalıcı yerleşimci gibi bir tip değil, aynı anda bunların hepsidir.”

“International migration is part of a transnational revolution that is reshaping societies and politics around the globe. Most of countries do not simply have one type of immigration, such as labour migration, refugees or permenant settlement, but all of these types at once.”
Prof. Dr. Stephen Castels
Sydney Üniversitesi Uluslararası, Göç Enstitüsü Direktörü
International Immigration Institute, Director at Sydney University


 “Göç tek yönlü bir yolculuktur. Geri dönülecek bir ’yuva’ yoktur.”

“Immigration is a one-way road. There is no home to return to.”
Stuart Hall
Birmingham University ve Open University, Öğretim Üyesi
Professor at Birmingham University and Open University



“Göçmenlerin ilk kuşağı ‘gurbet’ ellerinde geçen zamanı askerlik hizmetine benzer şekilde geçici bir yaşam biçimi gibi algılamışlardır. Onlar için kesin dönüş günümüze dek devam eden bir düş olmuştur. Buna karşın ikinci ve üçüncü neslin tasavvurları çok farklı nitelikler taşımaktadır.”

“The firsteration of migrants, had accepted as a life-style their days at ‘abroad’, as a temporary military mission. Definite return has been a big dream until nowadays. However, for second and third generations, dreams have a different nature”
Prof. Dr. Nermin Abadan-Unat
Boğaziçi Üniversitesi
Boğaziçi University



“Euro-Türkler için ulusaşırılık, anavatanı sık sık ziyaret edebilmeyi mümkün kılan coğrafi yakınlık tarafından desteklenmektedir. Bunlar aynı zamanda, ulusaşırı kimlikler oluşturmak üzere, iletişim ve ulaşım teknolojisinden faydalanan küresel köylüler haline gelmişlerdir.”

“For Euro-Turks, transnationalism is supported by geographical proximity which makes easier to visit their homeland frequently. They meanwhile, become global villagers who profits all facilities as communication and transporting technology, in order to create transnational identities.”
Prof. Dr. Ayhan Kaya
İstanbul Bilgi Üniversitesi
İstanbul Bilgi University



“Göç ve yerleşme, göçmenin geriye kalan hayatını kuşatabilecek ve sonraki kuşakları da etkileyen çok uzun soluklu bir süreçtir. Göç, daha iyi bir yaşam şansı arayışındaki kişinin, doğduğu yerle köklerini koparması ve yeni bir ülkede çabucak asimile olması gibi basit bireysel eylem olarak düşünülemez.”

“Migration and settlement is a long-drawn-out process, which will be played out for the rest of migrant’s life, and affect subsequent generations too. Migration is hardly ever a simple individual action in which a person decides to move in search of better life-chances, pulls up his/her roots and quickly assimilated in the new country.”
Prof. Dr. Stephen Castels
Sydney Üniversitesi Uluslararası Göç Enstitüsü Direktörü
International Immigration Institute Director at Sydney University


 “Uluslararası göç hareketleri son yarım yüzyılda beş kıtayı etki alanı içine alan, değişik faktörlere dayanan, ulus kavramını sorgulamayı sürdüren, demografik açıdan milyonlarca insanı kapsayan bir süreç olmaya devam etmektedir.”

“International immigration movement, has been a larger process which contains five different continent, depends on different factors, examines ‘nationality’ concept and concerns millions of people from a demographic point of view.”
Prof. Dr. Nermin Abadan-Unat
Boğaziçi Üniversitesi
Boğaziçi University



“İstasyonun yanındaki geniş alana toplanan kalabalık bütün ülkedeki köylerin haritası gibidir. Köyler birbirinden uzaklıkları bir iki metreye indirgenmişçesine birbirine yakınlaşmıştır. Birtakım söylentiler ve öneriler birarada tutar insanları. Sanki aralarında bir çeşit pazarlık sürüp gitmektedir. (...) Bir yerde yarım günlük bir iş, falanca iş yeri için ‘torpil’ vaadi, ucuz bilet konusunda aracılık, bir tartı alabilmek için gerekli sermayenin ödünç verilmesi gibi.”

“The crowd in the large piazza by the station is like a map of the whole country’s villages dramatically shifted so that the distances between them have been reduced to a few yards. What holds them together are rumours and propositions. A kind of trade is going on. (...) The promise of a word dropped in such-and-such an office, a contact for a cheap ticket, the loan of the capital necessary to buy a weighing machine.”
John Berger



“Bir insanın göç etme kararını, dünyadaki belli bir ekonomik sistemin bağlamı içinde düşünmek gerekir. Siyasal bir kuramı pekiştirmek için değil de, böyle bir insanın başına gelenleri doğru değerlendirmek için yapmak gerekir bunu. Bu ekonomik sistemin adı yeni sömürgeciliktir.”

“A man’s resolution to emigrate needs to be seen within the context of a certain world economic system. Not in order to reinforce a political theory but so that what actually happens to him can be given its proper value. That economic system is neo-colonialism.”
John Berger



“Türkler genellikle Avrupalılarla içiçe değiller. Günlük yaşamlarını büyük nispette kendi kurdukları paralel bir toplumda sürdürüyorlar. Alışveriş, eğlence ve giderek artan bir yüzde için çalışma hayatının dili Türkçe. Eskisine göre bir yandan Avrupa’da daha yerleşik olan Türkler, bir yandan da ayrışıyorlar.”

“Turks are not interacting with europeans. They generally live their daily life in a paralel society which they themselves created. Shopping, entertainment and for a larger group work live’s language is turkish. Turkish migrants are much more settled than before in Europe, but on the other hand they are getting much more isolated from europeans.”
Dr. Gündüz Vassaf
Psikolog
Psychologist


“Üstündekileri çıkarıp yüzlerce başka işçi adayıyla birlikte sıraya giriyor. Kendilerini muayene etmekte kullanılan araç ve gereçlere kaçamak bir göz atıyorlar sıradakiler (bunlara uzun uzun bakmak şaşkınlıklarını açıklamak olurdu). Birbirlerine de kaçamak bakışlarla bakıyorlar. (...) Tanımadığı insanların önünde çırılçıplak soyunmasını istemelerinin yarattığı utanç. Komut veren görevlilerin konuştukları anlaşılmaz dil.”

“He strips and lines up with many hunreds of other novice migrants. They glance hastily (to stare would be to show their astonishment) at the implements and machines being used to examine them. (…) The humiliating demand to be naked before strangers. The incomprehensible language spoken by the officials in command.”
John Berger


 “Sağlamlar çürüklerden ayrılıyor. Beş kişiden biri sağlam çıkmayacaktır. Sağlam çıkanlarsa yeni bir hayata başlayacaklardır. Birtakım aygıtlar vücutlarının içinde görünmeyen bir şeyleri muayene etmektedir. Aralarında bu fırsatı ele geçirmek için sekiz yıl beklemiş olanlar vardır.”

“The fit are being sorted from the unfit. One in five will fail. Those who pass will enter a new life. Some machines are examining what is invisible inside their bodies. Some have waited eight years for this chance of crossing.”
John Berger



 “Euro-Türkler basmakalıp bir şekilde, Türkiye’de Almancı, Batı’da ‘yabancı’ olarak temsil edilmektedirler. Türkiye’de hâlâ, Türkiye kökenli göçmenlerin ve çocuklarının, günün birinde vatanlarına geri dönecek gurbetçiler olduklarına inanılmaktadır.”

“Euro-Turks basically are known as ‘gastarbeiter/ expatriate’ in Turkey, and in the West they are represented as ‘stranger’. In Turkey, still, there is a belief that all Turkish migrants and their childs are ‘expatriates’ who one day, will be back to their homeland.”
Prof. Dr. Ayhan Kaya
İstanbul Bilgi Üniversitesi
İstanbul Bilgi University



“İşçi ailelerin, önceden gelen ve Avrupa’da doğan çocuklarına ilişkin farklı tutumları çocukları ve özellikle kendi aralarındaki ilişkileri etkiliyor. (...) Türkiye’den gelen ablalar okula gönderilmez, evde küçük kardeşlerine bakmak, anneye yardım etmekle yükümlü tutulurken, Avrupa’da doğup, orada okula başlayanlar büyüdükçe, evde kalan ablaları onlar için alay konusu oluyor.”

“Laborer family’s different behaviours to their childs between Turkey-born and Europe-born affect relationships between brothers/sisters. (...) Coming from Turkey sister are not sent to school, they have responsability to look after to their little sister and brother and to help their mother for houseworks, On the other hand, childs who were born in Europe and went to school there, when grove up, they kitting their home-stay big sisters.”
Dr. Gündüz Vassaf
Psikolog
Psychologist


“Göçmen, kendisini çevreleyen tekli kültüre karşı anlayış geliştirmek suretiyle hayatta kalır. Kültürler arasındaki yolculuğu, kendini yeniden keşfetmek ve yaşamını değiştirmek için harcadığı enerji ve azim, tüm bu unsurlar onu yalnız kılmaktadır. Karşılaştığı zorlu koşullar zamanla kişiliğini belirler. Bükülmeyi öğrenemezse, kırılacaktır. Hayatta kalma konusunda ustalaşır. Huzursuz yaşamı ve devamlı olarak bir mekândan diğerine taşınması, kalıcı dostluklar ve komşuluklar kurmasına izin vermez. Yaşanan sayısız veda ve ayrılık kişiyi hissizleştirir ya da yavaşça öldürür.”

“The migrant survives by means of developing a consideration against the modaic culture that surrounds him. The journey of him between cultures, re-exploring himself and the energy and determination in order to change his life, all these facts, excides him. The formidable conditions he faces determines his personality in time. He will be broken unless he learns to be bent. He becomes a master of survival. He can not constitute lasting friendship and neighbourhood because of his disturbed life and moving from a place to another continually. The infinite farewells and seperations make him senseless or kill him slowly.”
Dilek Zaptçıoğlu
Gazeteci-yazar
Journalist- author




almanya mektubu
burası almanya - münih hannover berlin
ankara yerinde mi ankara yerinde mi
ağlar durur gözlerimde
kırk bin gelin
yüreğini oydum mermer bir heykelin
yıllardır bin götürür
bir getirir bu gemi
ankara yerinde mi ankara yerinde mi
burası almanya - münih hannover berlin
buraya bırakıp geldim gençliğimi
bu hasret bu dert yer bitirir beni
ankara yerinde mi ankara yerinde mi

Sefa Kaplan
letter from germany
here is germany- munich hannover berlin
is everything okey in ankara
crying four thousand bride
in front of my eyes
I carved the heart of marble sculp
this ship carries
thousand of people for years
is everything okey in ankara
here is germany- munich hannover berlin
I gave up my youth and came here
Longing and pain devours me
is everything okey in ankara

Sefa Kaplan





Almanya’da Çöpçülerimiz
Ne duruyoruz be kardeş,
aylık bin yeşil Mark
Varalım, dağılalım kartal
Anadolu’dan yeryüzüne
Beyler altın uykularından
uyanmak üzere
haydi yollarını temizleyelim
Al güneşten bile
utanmadan;
pis el, pis yürek

Fazıl Hüsnü Dağlarca
Our Street-Sweepers in Germany
Why stay behind?
For a thousand green marks a month
Let’s go and spread out from eagle
Anatolia, to the face of the earth.
Those foreign gentlemen are about
to wake from their golden sleep,
come on, let’s sweep their streets
Feeling no shame in the face of
crimson sun.
Hands filthy, hearts filthy.

Fazıl Hüsnü Dağlarca





Teşekkürler
Nermin Abadan-Unat
Fahri Aral
John Berger
Stephen Castels
Stuart Hall
Sefa Kaplan
Ayhan Kaya
Jean Mohr
Gündüz Vassaf

Dilek Zaptçıoğlu

Arşivler
Cumhuriyet
Hürriyet


Not: Bu çalışma, 2011 Frankfurt Kitap Fuarı'nda sergilenmiştir.
Devamını okumak için tıklayınız

Didâr-ı Hürriyet

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

Namık Kemal


Tarihimizin çok önemli bir dönemine ışık tutan, Osmanlı Devleti'nin geçen yüzyılın başında geçirdiği toplumsal değişimleri o dönemin siyasal olaylarını, bu olayların içinde yer alan kişileri, partileri, cemiyetleri vb. kuruluşları değişen toplumsal yapı ve buna paralel olarak biçimlenen düşünce akımları içinde değerlendiren bu çalışmanın en önemli ve çarpıcı yanı, tüm bu olguları dönemin kartpostallarıyla birlikte adeta "canlandırarak" çok değişik ve alışılmışın dışında bir sosyal tarih çerçevesi içinde sunmasıdır.



Eser: Sacit Kutlu
Metin/Araştırma: Fahri Aral
Kurgu: Figen Gönülcan
Kamera: Serkan Çiftci, Özlem Dündar, Uğur Varol, Oytun Orgül, Ertan Önsel


Devamını okumak için tıklayınız