TÜRKİYE'DE İSLAM, DEMOKRASİ VE DİYALOG
Bölünmüş Toplumlarda Müzakere
Bora Kanra’nın Türkiye’de
İslam, Demokrasi ve Diyalog adlı kitabı -özellikle de kitabın ilk
bölümü olan “Toplumsal Öğrenme Olarak Müzakere”- siyaset
teorisyenleri ve akademik okurlar için önemli bir kaynak oluşturuyor. Kanra,
2002 yılında “Q çalışması” olarak bilinen yöntemle gerçekleştirdiği
araştırmasında Türkiye’deki farklı söylem gruplarına daha yakından
bakabilmemizi sağlıyor. Etnografik bir alan araştırması olarak da değerlendirilebilecek
bu çalışma, bir yandan da günümüz Türkiyesi’nde yeni şekillenmekte olan tüm dinamiklere
güncel bir bakış açısıyla yaklaşabilmemizi sağlıyor.
Kitaptan bir sayfa |
Kitabın iskeletini
oluşturan “Q çalışması” nasıl bir araştırma yöntemi? Genel çerçevesi nedir?
Q çalışması, sosyal psikoloji temelli bir araştırma tekniği olup esas
amacı, gruplar içerisindeki çakışma ve çatışma noktalarını yani ortak noktaları
ve farklılıkları bulmak ve de bu noktaların birbirleriyle ne kadar uzaklaşıp yakınlaşabileceğini
analiz etmektir. Bu yöntem istatistiki verilerden ziyade teorik verilere
ulaşmayı sağlıyor. Avusturalya'daki çalışmalarım sırasında tanıştığım bu sistem,
daha niteliksel ve öze ilişkin yorumlar yapabilmeyi sağlayan bir araştırma
tipi. Sayısal bir altyapısı tabii ki var fakat esas olarak yoruma dayalı bir
çalışma diyebilirim.
2002 yılında
gerçekleştirdiğiniz bu çalışmanın arka planı nasıl? Nasıl bir süreç izlediniz?
Yaklaşık 35 kişinin katılım gösterdiği bir çalışmaydı bu. Çalışmada
esas amaç, söylemlerin belirlenmesiydi. Söylemler belirlendikten sonra sayısal
olarak katılımcıların çokluğunun bir önemi olduğunu düşünmüyorum. Genel olarak
araştırma yöntemleri, sayısal çokluğu ve istatistiki değerleri dert eder fakat
bu çalışmada önemli olan nitelik. Örneğin, Kemalist söylem oluştuğunda, yani
niteliği ve özünü belirleyen çerçevesi ortaya çıktığında yeter sayıya ulaşılmış
olunuyor.
Q çalışmasında gördüğünüz tüm o ifadeler tartışma gruplarından
çıkıyor. Bu noktada özellikle dikkat edilen şey, tüm ifadelerin doğal olarak
belirlenmesi oldu. Bu tip çalışmalarda bir diğer sorun da, çalışmanın
araştırmacı tarafından çok fazla yönlendirilmesi sorunudur. Bunu en aza indirmeye
özen gösterdik. Olabilecek en uzak noktada durmaya ve söylemlerin doğal olarak gelişmesine
dikkat ettik.
Peki, katılımcıların
seçimi nasıl gerçekleştirildi? Nereden buldunuz bu insanları?
Halkın her kesiminden insanları çekip aldık. Kafelerde oturduk,
üniversitelere gittik, kimi zaman sokaktan çekip aldık. Özellikle Ankara’da
İletişim Fakültesi çok yardımcı oldu. Farklı ekonomik gruplardan, yaş
gruplarından insanlarla çalıştık. Özellikle oluşturduğumuz tartışma gruplarında
çeşitliliği sağlamak oldukça önemliydi. Bir diğer önemli nokta ise, bu
insanların hiçbirinin aktif siyasi bir duruşunun olmamasıydı. Tamamen halkı
kattık yani. Bu çeşitlilik sağlandıktan sonra ifadeler oluşmaya başladı ve tüm
bu ifadeler insanların kendi ağızlarından çıktı. Uzun uzun tartıştılar,
yaklaşık 48 tane ifade oluştu. Sonra tartışma gruplarından bu ifadeleri tek tek
değerlendirmelerini istedik. Katılımcılar, oluşan tüm o ifadeleri “en çok
katılıyorum”dan “en az katılıyorum”a kadar değerlendirdiler. Bu
değerlendirmeler daha sonra istatistiki olarak ayrıştırıldı ve dört ana grup
ortaya çıktı. Rakamsal verileri oluşturan program, bize kısaca “bu grupların
ifadelere yönelik tavırları budur” diyor ve ortaya çıkan bu sonuç analiz
edilmeye başlandığında da yavaş yavaş bu grupların söylem tarzları netleşiyor.
Bu söylemleri adlandırmak ise benim yaptığım bir şey. Bu ana söylemlerin oluşmasından
sonra, bu grupların hangi noktalarda ortaklıkları ve çatışmaları olduğunu analiz
edebiliyoruz.
Kitaptan bir sayfa |
Sonuç olarak dört
ana söylem grubu ortaya çıkıyor: Kemalist, İslami, milliyetçi ve liberal sol
söylem...
Evet. Özellikle dikkatimi çeken şey de geleneksel soldan çok farklı
bir grup ortaya çıkmasıydı. Liberal sol dedik bu gruba. Görüyoruz ki inceleme yapıldığında
ortaya sadece ana eğilimler çıkıyor. Kıyıda köşede kalmış şeyler gözükmüyor.
Araştırma sonucunda en genel hattıyla bu dört grup oluştu ve sonra bu
grupları ince ince analiz etmeye başladık. Örneğin “milliyetçi söylem” diyoruz.
Nedir bu milliyetçi söylemin arka planı? Nereden geliyor? Genel hatları nedir?
Detaylı bir analiz içine girdik. Bu anlamda, çalışma aslında toplumun içine
girip bakma ve hatta grupların birbirleri ile ilintilerini görme çabası. O
zaman ne oluyor işte? Ortak noktalar çıktığı zaman, bu noktaların birliği
temelinde ne yapılabilir gibi teorik bir tartışma konusu üretme şansımız
oluyor. “Müzakere” derken söylemeye çalıştığım da bu. Bir tek ana konu var: Müzakereci
demokrasi. 90’lardan beri tartışılan bir konu bu, ama tartışılmayan bir şey var:
Bunu gerçek anlamda nasıl hayata geçireceğiz? Müzakereci demokrasinin olması
için demokratik koşulların olgun olması gerekiyor, deniliyor. Peki o koşullar
yoksa ne olacak? Olmayacak mı? Hayır, olacak ama farklı şekilde. Bu çalışma da
bunu soruyor. Müzakereyi, birbirimizi anlama işini karar verme mekanizmalarının
içine sıkıştırmayalım, ayıralım bunları birbirinden. İnsanları sadece anlamak
için, karar verme zorunluluğu olmadan anlamak için adım atılmalı. Sen kimsin?
Kürtsün, eşcinselsin, anlat. Karar verme zorunluluğu olmadan insanları anlamak...
Bunun olması gerekiyor. Toplumsal öğrenmeye, anlamaya yönelik bir altyapı
oluşturalım, sonra karar veririz. Kitabın amaçlarından biri de bu ayrışmayı
sağlamak ve bunu tartışmak.
Çalışmanızda öne
çıkan bu “toplumsal öğrenme” kavramını Türkiye’de ortaya çıkan son gelişmelerle
birlikte, örneğin Gezi Parkı olayları çerçevesinde nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gezi Parkı’nda tam olarak bahsettiğimiz bu birleşmeyi görüyoruz.
Karşılıklı anlayış çabasını görüyoruz. Ortaya çıkan bu şey olağanüstü bir
durum. Antikapitalist Müslümanlar, Devrimci Müslümanlar; bu gruplar tamamen
farklı hümanist bir okuma ile ortaya çıkıyorlar. Yeni ve inanılmaz bir
birliktelik oluşuyor. Ateistler çıkıyor, Müslümanların iftarına dahil oluyor.
Bu olaylar bize, insanların birbirlerini anlayama dair nasıl bir potansiyel
barındırdıklarını gösteriyor. Gezi olaylarının belki de en önemli yansıması
hümanist bir alternatif ortaya çıkarması. İnsanların en genel anlamda adalet
duyguları incindi ve hümanist bir perspektif ortaya çıktı.
Peki, yapay
olabilir mi bu durum? Örneğin Gezi Parkı olayları sonrasında LGBT Onur Yürüyüşü’ne
katılan bu insanlar seneye yine orada olacaklar mı sizce? Bu süreç nasıl
şekillenecek?
Onur Yürüyüşü iki sene önce belki bu kadar kalabalık olmamıştı örneğin.
Gelecek sene bu kalabalığa yaklaşılamayabilir. Gezi Direnişi’ne bile katılanlar
azalıyor, ilk günlerdeki gibi değil. Fakat Türkiye bu dönemde öyle bir şey
yaşıyor ki, tam olarak neler olacağını görebilmek zor. Somut hiçbir şey
olmayabilir diye düşüneneler de olabilir. Ama ben artık bu olasılığın
güçsüzleştiğine inanıyorum. Mutlaka bir değişim olacak ama özü ve biçimi henüz
net değil. Çok farklı gruplar katıldı bu direnişe. Örneğin ulusalcılar vardı,
hala da varlar. Gazdanadam Festivali’ni düzenlediler. Cumhuriyet Mitingi gibiydi
bu etkinlik, binlerce kişi katıldı. Gezi Ruhu ulusalcı bir kanada kayabilir bu noktada,
böyle ihtimaller de var. Oluşan bu hümanist birliktelik çeşitli gruplarca
bölünebilir. Gezi buna direnebilir mi mesela? Bu zamana kadar Taksim
Dayanışması muhteşem bir iş çıkardı ortaya. Mucize gibi her şey dengede
tutuldu. Bu devam edebilir mi, göreceğiz. Umarım bu noktadan sonra, insanlarda
“bu olaylardan hiçbir somut gelişme çıkmadı” gibi bir algı oluşmaz. Park
meclisleri, forumlar kuruldu örneğin. Akademisyenlerin senelerdir yapmaya
çalıştığı şeyi insanlar içgüdüsel olarak yapıyorlar. Bu olağanüstü bir şey. İnsanlardaki
potansiyel enerji, kinetik enerji halini aldı. Ortaya çıkan enerjiye bu noktada
nasıl isim verirsek verelim, bu durum belli bir hümanizma ile doğdu. Bu
ideoloji üstü, politik görüş üstü bir durum. Farklı gruplar arasında oluşan bu
hümanizma ne yapacak, nasıl yapacak, buna eğilmeliyiz. İnsanlar yorulabilirler
de bir yandan. Neticede bu gelişmeleri bir karar verme aşamasına bağlamak
zorundasın. Bu gelişmelerin Kürtlerle bağının kurulması gerekiyor mesela. Bir
sürü ipucu çıktı bununla ilgili.
Lice olaylarına
insanların verdiği tepkiler gibi...
Evet, aynen öyle. Kürtler çok şanssız bir dönemde yakalandı bu gelişmelere.
Tarihî bir adım attıkları, devletle görüşmelere başladıkları bir süreç içerisindeydiler.
Sırrı Süreyye Önder var bir yandan, cumhurbaşkanı olabilecek bir adam aslında,
çıkıp kendi partisini eleştirebiliyor vs. Bu gibi karışık durumlara rağmen Gezi
Parkı’na geldiler, halay çektiler. Bir şekilde oradaydılar ve herhangi bir
sorun olmadı. Bunu çok anlamlı buluyorum ben. Hiçbir grup kendi söylemini
domine etmedi. Bu, dengede tutuldu. Kim başardı bunu peki? Taksim Dayanışması
başardı.
Lice’de olaylar yaşanırken halkın tepkisi de inanılmazdı. Yıllarca
Doğu’yu sizden dinlemişiz diyerek medyaya açıkça tepki göstermeleri vs. bunlar
hep köprüdür. İnsanlar birbirlerini anlamaya başlayarak Doğu-Batı köprüsünü
kurabilirlerse gelişmeler çok farklı boyut kazanabilir.
Olaylar esnasında
medyanın tavır alışına gelirsek... Q çalışmasındaki ifadelerde de, tüm söylem
grupları içinde medyaya karşı hep bir hoşnutsuzluğun olduğunu gözlemliyoruz. Bu
durum Gezi Parkı olayları ile birlikte nasıl bir boyut kazandı sizce?
Elbette, medyaya her zaman kuşku vardı. Artık daha da keskin bir bakış
var. İnsanlar bu sefer sosyal medyayı kullanarak yeni bir boyut getirdiler
olaylara. Eskiden Facebook, Twitter gibi mecralar yalnızca kişisel birtakım
paylaşımlar içeriyorken şimdi bakıyorum, sürekli gündeme dair, haber alıp
vermeye dair paylaşımlar ve yorumlar var.
İstediğin kadar çok televizyon kanalın, gazeten olsun; hepsi aynı anda
aynı yayını yapıyor, aynı manşeti atıyorsa orada sıkıntı var demektir. Bu durum
farklı bir medyanın oluşmasının da tohumlarını atabilir.
Peki tüm bu
gelişmeler odağında toplumsal öğrenme başladı diyebilir miyiz?
Toplumsal öğrenme başladı evet, öğreniyor insanlar. Bu durumun ortaya
çıkaracağı şeyi bilemezsiniz ama bunun geri dönüşü olmaz. Burada bitse ve net
bir sonuca bağlanmasa bile, bu süreç insanların ufkunu genişletti. Gadamer’in
bir sözü vardır: “Ufuklar kaynaşmaya başladı mı bir daha geri gelmez.” Bu
durumu da ona benzetiyorum ben. Belki olaylar durulur ama geri gelmez. Çünkü
artık insanların özgürce tartıştığı kendine özgü bir süreç başladı. Ve hükümet,
olayların başından beri verdiği aptalca tepkilerle bunun devam etmesini sağladı.
Bu aptalca tepkilerin devam etmesi bir lütuftu bence. Olayların en başında “hata
yaptım” deseydi ve geri adım atsaydı Erdoğan, bu kadar genişlemeyecekti bu
olaylar.
Şimdi neler oluyor peki? Toplumsal öğrenme işi hayata geçiyor. O kadar
önemli ki o park meclisleri, forumlar... Bu noktada İtalya’daki Beş Yıldız
Hareketi’ni hatırlıyoruz. Burada da gerçekleşebilicek bir oluşum bu. Tamamen
internet bazlı gelişmiş, sözcüsünün bir komedyen olduğu ve kendi kendine oluşan
bir hareket. Ve “hareketin lideri hareketin kendisidir” şiarından yola çıkıyor.
Gezi Parkı olaylarına da çok uyuyor bu çıkış noktası.
Olaylar sırasında ortaya çıkan tüm duvar yazıları, sloganlar da
oldukça ilham vericiydi. “Mustafa Keser’in askerleriyiz” diyor insanlar. Bu
harika bir şey. Bu olayın sivil bir hareket olduğuna inanılmaz bir vurgu
yapıyor. Militarist söylemin bırakılması gerektiğine, şehit ve asker gibi
söylemlerin bu olayların dışında tutulması gerektiğine çok güzel değiniyor.
Peki, tekrar kitaba
dönelim. Q çalışmasında yer alan bu ifadelerin Gezi Parkı olayları sonrasında
değişimi nasıl olur sizce?
Ben aslında bu çalışmayı 2007’de tekrar yaptım. Çok fazla bir
farklılık çıkmadı ortaya, aynı ifadelerin devamı vardı. Ama o sıralarda AKP
iktidarı otoriterleşmeye yeni başlamıştı. Demokratikleşmeye yönelik bir
talepleri hala vardı. Daha pozitif bir söylem kullanıyolardı. Bu kadar sert bir
söylem oluşmamıştı henüz.
Şimdi yapılsa bu çalışma ne olur? Belki yine aynı eğilimler ortaya
çıkar ama AKP taraftarları arasında bir farklılaşma oluşur diye düşüyorum.
İslami söylem diye gördüğümüz yapı, kendi içinde bölünmelere uğramış olabilir.
Tabii bu ifadeler varsayımsal; tekrar bu analizi gerçekleştirmek, karşılaştırma
yapabilmek açısından da yararlı olur.
Çalışmanızdaki
farklı söylem gruplarının belli noktalarda birleşmelerini ve ayrışmalarının temel
nedeni nedir?
Bu durum bize şunu gösteriyor: Hepimiz ortak bir toprağın
çocuklarıyız. Ortak bir kültürden geliyor, ortak alanlar yaratıyoruz. Çalışmanın
sonuçları bunu çok net gösteriyor. Örneğin, özellikle 2002’de “şeriat geliyor”
deniyordu, üst düzey politikada böyle bir söylem yer edinmişti. Fakat halka
baktığımızda böyle bir korkunun aslında var olmadığını gördük.
Siyasi ifadeleri ve ideolojileri bir kenara bıraktığımızda, insanların
hümanist bir noktada birleştiğini görüyoruz. Fakat politik bir tavır koymaya
başladıklarında, insanlar ayrışıyor. Formel durumlar söz konusuyken katılaşıyor
insanlar ama insani düzeyde baktıklarında bir rahatlama oluyor. Bu, en genel
neden olarak gösterilebilir fakat ayrışmalar ve ortaklıklar analizde daha
detaylı yer alıyor. İlginçtir ki, 2002’deki bu çalışmada, bugün gözle görülür
bir şekilde ortaya çıkan bu ortaklıkların tohumlarının atılmış olduğunu
görüyoruz. Gezi’deki bu birleşme ruhu, ta o zamanlardan potansiyel olarak
insanların içindeydi, diyebiliriz.
Müzakere
kelimesinin üzerine gidelim biraz. Müzakerenin önemi nedir? Toplumsal öğrenmede
neler sağlar?
Müzakere bir kavram olarak siyaset teorisinde 90’larda ortaya çıkıyor.
Habermas’ın iletişim teorisinde, gerçeğin bireyler tarafından tek başına ortaya
koyulduğu zaman değil, bir tartışma sonucu ortaya çıktığı vurgulanır. Bu ne
demek peki? Öznel olarak söylediğiniz her şey gerçeğin kendisi değil bir
iddiasıdır, demek. Bireyin tek başına söylediği her şey bir iddiadır. Gerçek
olabilmesi için diğer iddialarla birlikte ortaya konması ve tartışılması
gerekir. Modern toplumlarda da demokratik yönetim tarzı ancak ve ancak bu
şekilde olur. İddialar karşı karşıya gelmeli ve çarpışmalıdır. Bulunan ortak
nokta, demokratik meşruiyeti sağlayacak olan şeydir.
Hükümetin şu an sahip olduğu “ben başa geçtim, doğrusu budur, benim
dediğim olacak” şeklindeki yaklaşımı müzakere anlayışından tamamen yoksundur.
Demokratik bir işleyişten söz edeceksek, her konunun halk ile müzakere edilmesi
zorunludur. Kavram temelinde bütün kanun yapıcıların, kanunun muhatabı olacak
halk ile müzakere etmesi zorunludur. Halkın alınacak kararlara katılımı olmadan
demokratik bir meşruiyetten söz edemeyiz. Üstelik yalnızca karar almaya yönelik
değil birbirimizi anlamaya da yönelik bir hareket olmalı bu. Müzakereyi
gerçekleştirdiğimiz zaman başlı başına demokratik bir hareketi tabana yaymış
oluyoruz. Yani benim bir konuda fikir alışverişinde bulunmak için insanlarla
bir araya gelmem bile demokratik bir harekettir. Şimdilerde kurulan park
meclisleri ve forumlar tek başlarına bu işlevi görüyor. Hükümetin yapamadığını
insanlar kendi kendilerine yapıyorlar. Katılımcı demokrasi de bundan farklı bir
şey değildir. Hükümet mesela, çıkıp “ben seçimle başa geldim, demokrasi budur”
diyor. Hayır, demokrasi bu demek değildir. Yalnızca çoğunluğun değil, azınlığın
da haklarınının ortaya çıkabildiği bir yapı olmalı. Demokrasi azınlığın hakkını
görüp gündeme getirebiliyorsa demokrasidir. Azınlığın nefesini duyamıyorsan
otoriterlikten bahsediyoruz demektir. Aksi halde kimse satın almaz böyle bir
tartışmayı, hükümetin şu an bahsettiği demokratik yapının alıcısı yok artık.
“Sosyal kapital” diye bir kavram vardır. İnsanların yaşadığı topluma
olan bağlılığını arttırır. Bu çok doğal bir süreçtir aslında, insanlar dahil
oldukça, insan yerine kondukça bağlılıkları artar. Bundan sonraki tek tememnim
de bu yeni oluşumun katılımcı demokrasi örneklerini tartışabilmesi olur.
Söyleşi: Bahar Helvacıoğlu
Not: Taraf Kitap Ağustos 2013 sayısında yayınlanan Bora Kanra söyleşisinin tam metnidir.
---
Yazar: Bora Kanra
Çevirmen: Yetkin Başkavak
Sayfa Sayısı: 216 Sayfa
Basım Tarihi: Temmuz - 2013
http://www.bilgiyay.com/p/732/turkiye-de-demokrasi-islam-ve-diyalog-bolunmus-toplumlarda-muzakere
http://www.bilgiyay.com/p/732/turkiye-de-demokrasi-islam-ve-diyalog-bolunmus-toplumlarda-muzakere
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder